ÖYKÜ 

BENİM ADIM VAKKAS KAYMAZ

Vakkas arabayı göl kıyısında durdurdu. Akşam çökmüştü. Ay ışığı durgun su yüzeyinde pırıltılar halinde oynaşıyordu. Karşı kıyıda, farklı renklerde şehir ışıkları seçiliyordu. Sarı, beyaz, mavi, yeşil…

Günlerdir yağan yağmurdan olacak, su seviyesi yüksekti. Beyaz Fiesta’nın etrafındaki ağaçlar tatlı bir rüzgârla salınıyordu. Genç adam yan koltuktaki nişanlısına döndü: “Nasıl bir tanem? Manzara güzel, değil mi?

Zübeyde’nin gözleri kapalıydı. Başını cama yaslamıştı. Uzun, siyah saçları yüzünün bir bölümünü kapatıyordu. Bu haliyle melek gibi görünüyordu. Vakkas, nişanlısının saçlarını okşadı. Bazıları inanmasa da, onu gerçekten derin bir aşkla seviyordu. “Ah be Zübeyde’m…” diye mırıldandı şefkatle.

Arka koltuktaki siyah poşete uzandı. Arabadan indi. Montunun fermuarını çekti. Poşetin içinden teneke kutudaki birasını çıkarıp açtı. Bir sigara yaktı. Yolun kenarına oturup ayaklarını aşağıya sarkıttı. Birasından büyükçe bir yudum alıp sigaradan derin bir nefes çekti. Düşünmeye başladı.

Tanıştıkları günden beri hiçbir şey kolay olmamıştı. En başta, Zübeyde’nin ailesi onu istememişti. Kızlarının sevdiği adamı ve onun ailesini kendilerine layık görmüyorlardı. Bunu açıkça söylemedilerse de her hallerinden belliydi. Nasıl olmasındı ki? Arap Alevi’siydi Vakkas. Zübeyde’nin ailesi ise koyu mutaassıptı. Biricik kızlarını “camiye gitmeyen, dinsiz” bir adama vermek istemiyorlardı doğal olarak.

Anası ve iki ablasını alıp çeke çeke kız istemeye götürmüştü Vakkas. Sonuç tam bir hüsrandı. Bunun üzerine Zübeyde ağlamış, sızlamış, intihara kalkışmış, kısacası her türlü yolu denemişti. Genç adam, Hacı Akif Bey’in gözüne girebilmek için kırk takla atmıştı. Sonuçta aile arasında sade bir nişan yapmaya mecbur kalmışlardı. O gece çekilen fotoğraflarda bir tek Zübeyde ve Vakkas gülümsüyordu.

İlişkileri resmiyete binmiş, bu sefer de Vakkas sapıtmıştı. Kıskançtı, öfkeliydi, şüpheciydi, en önemlisi de her daim huysuz ve huzursuzdu. Nişanlı oldukları iki yıl boyunca dar etmişti kıza hayatı… Hatta bir keresinde, işten bile kovdurmuştu. Her daim pişmanlık duyacağı o olayı acı içinde yeniden hatırladı:

Zübeyde’den habersiz, çalıştığı şirketin ofisine gitmişti. Sürpriz yapmak istiyordu. İçeri girdiğinde, kızı başka bir erkekle yan yana, samimi halde görmüştü. Zübeyde, “Çalışma arkadaşım” demiş ama dinletememişti. Çıkardığı rezalet patronun kulağına gidince fatura kıza kesilmişti. O gün neredeyse nişanı atıyorlardı.

Gözlerine dolan yaşları sildi. “Neyse,” dedi içinden, “bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak… Artık eski Vakkas değilim ben!” Ayağa kalktı. Bira kutusunu buruşturup attı. Sigarayı yerde, ayağıyla söndürdü. Arabaya binip dikiz aynasında kendine baktı. Derin bir nefes alıp kontağı çevirdi. Zübeyde’nin hırıltılı, kısık sesini duydu:

Kimi kandırıyorsun, Vakkas? Bedel ödemeyeceğini mi sandın?

İçine bir umutsuzluk çöktü. Nişanlısı haklıydı. Olan olmuş, biten bitmişti. Geriye dönüş yoktu. Yutkundu.

Haklısın, Zübeyde’m,” dedi, “haklısın…

Arabayı ilk gördüğü karakolun önünde durdurdu. Araçtan inip ellerini havaya kaldırdı. Kapının önünde nöbet tutan iki polise yaklaştı. Sesi titrediği halde cümle kurmayı başarabildi:

Benim adım Vakkas Kaymaz. Nişanlım Zübeyde Altun’u öldürdüm. Cenazesi arabamdadır.

Zübeyde’nin huzursuz ruhu Vakkas’ı ne sorgu odasında ne mahkemede ne de koğuşta yalnız bırakacak; hatta ölümüne sebep olacaktı.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar